27 Şubat 2011 Pazar

Edward Scissorhands


Edward Scissorhands:Tim Burton'un yazıp yönettiği,Johnny Depp'in başrolünde oynadığı fantasy/drama/romance filmi.Kasabanın tepesindeki şatoda yaşayan mucit bir amca,neredeyse insana benzeyen Edward'ı yaratır ve ölür ertesinde.Şatoda yıllarca yalnız yaşayıp büyüyen Edward'ı,kasabanın Amway'le kafayı bozmuş network pazarlamacısı Peg satış umuduyla çıktığı şatoda bir başına bulur.Kasabaya indirip,ailesine katar.Edward'ın elleri yoktur,elleri yerine benzer şekilde iş gören makaslar bulunmaktadır.
Kasaba ahalisi,yeni komşularına büyük ilgi gösterir.Herkesden farklı duran Edward,makas ellerini insanların hizmetine sunar ve kısa zamanda halkın bahçe düzenleyicisi,kuaförü vb. işlerdeki yardımcısı oluverir.Peg'in üniversiteden tatile dönen kızına vurulan Edward,insan olma yolundaki en önemli adımlardan birini daha atmıştır.
Tim Burton'ın yaratıcılığından,çizimlerinden,kafasında yarattığı dünyadan bu filmde de büyük bir keyif alıyorsunuz.Hele bir giriş sahnesi var ki filme,mucit amcamızın tasarladığı makineler,dönen çarklar,ilerleyen şeritler...Hepsinin Tim Burton'ın kendi çizimleri olduğu düşünüldüğünde,makine mühendisi misin nesin Tim Burton diye içinizden geçirebiliyorsunuz.Karakterlerin anormal tavırları,filmin ilk yarım saatinden sonra size artık normal gelmeye başlıyor,ve buna alışıyorsunuz.Tim Burton'ın anlatım biçimini yakaladığınız anda,tüm taşlar yerine oturuyor ve aslında o anormal tavırların,pek de yabancı olmadığımız hayatın içinden teker teker çekilmiş sahneler olduğunu görüyorsunuz.
Desperate Housewifes'ın uzadıkça uzayan sezonlarından Amerikan Banliyo tipi mahallelerin komşuluk ilişkileri hakkında ufak tefek fikriniz vardır.Dedikodunun yayılışını,yüzeysel ilişkileri,menfaatin ilişkileri nasıl yönlendirdiğini çok güzel ortaya koymuş Tim Burton.Kostümleri,saç tipleri ve diyaloglarıyla 90'lara dönmemek elde değil filmi izlerken.Johnny Depp'in oyunculuğu ise parmak ısıtıttırıyor.Özellikle mimikleri ve hareketleriyle,Edward'ı zihinlere kazıyor J.Depp.
Edward'ın hikayesi üzerinde çok konuşulabilecek,düşünülebilecek bir durumdan bahsediyor aslında.Bir topluluğa dışarıdan gelen,farklı birine karşı yönlendirilen aşırı ilgi,ondan yararlanma adına geliştirilen bayağı ilişkiler,ve farklılıkları kaldıramayıp kendilerine benzetemedikleri yabancıyı dışlama çabası.Bu olaylar dizisi küçük arkadaş gruplarından ülkelere kadar genişletilebilecek toplulukların çoğunlukla yaşadığı bir durum.Her açıdan bu durumu ortaya koyan,Baba oğul gibi Hollywood'ta dolanan Tim Burton ve Johnny Depp'in Makas Eller(Edward Scissorhands) filmi,kesinlikle izlenmesi ve izlettirilmesi gereken bir film.Tim Burton'ın tarzını ve dünyasını anladıkça,fantastik filmlere tahammülünüz olmasa bile;rüyalardan fırlama senaryoları gerçekten de gerçek kabullenebiliyorsunuz.

26 Şubat 2011 Cumartesi

Wag The Dog


"Bir köpek kuyruğunu neden sallar?Çünkü köpek kuyruğundan daha akıllıdır.
Eğer kuyruk daha akıllı olsaydı,kuyruk köpeği sallardı."

Wag The Dog:Bary Levinson'un yönettiği,Dustin Hoffman ve Robert De Niro'nun baş rollerini paylaştığı bir komedi/drama filmi.Seçim öncesinde bir spin-doctor(haber yönlendirme uzmanı) ve bir hollywood yapımcısının,başkanın başındaki seks skandalını örtbas çabalarını anlatan bir film.1996'daki B.Clinton M.Lewisky skandalına gönderme yapılan olayla başlayan film,geçmişi iğnelemeye devam eden senaryosuyla izleyiciye zevkli anlar yaşatıyor.De niro'nun canlandırdığı Conrad Brean zor anlarda yardıma koşan,kamuoyunu yalanyanlış haberler ve spekulasyonlarla dağıtan spin doctor.Olaylara tepkileri ve aldığı kararlarla zaman zaman sizi güldürüyor,zaman zaman ise kendinizi bir ABD vatandaşı yerine koyup iç geçiriyorsunuz.
Conrad,halkn dikkatini hızlı bir şekilde dağıtmak için karşı atağa geçer ve ortaya savaş dedikoduları yaymaya başlar.Çin'de gezide olan başkanın geri dönüş tarihini uzatır ve sanal bir savaşı medyaya duyurmaya koyulur.Basın sözücüsüne kendi gazetecilerinden kendi sorularını yöneltip,kendi cevaplatan Conrad halkın dikatini savaşa çekmeyi başarır.Tabi,savaşın olduğuna halkı ikna etmek için savaştan görüntüler olması gerekmektedir.Böylece hollywood film yapımcısı Stanley Motss'un yanına varır.Bir savaş filmi yapacaklardır.
Film'in ana karakteri her ne kadar Conrad olarak gözükse de Stanley Motss'tur kanımca.Kariyerinde birçok işler yapmış olan Stanley,isminin hatırlanmayacak oluşundan dolayı hüzünlüdür.Bir film,oyuncularıyla ve görüntüleriyle hatırlanır da bir yapımcıyı kimse hatırlamaz.Aslında bir filmi meydana getiren,bir araya getiren yapımcıdır.Sponsorları,yönetmeni,oyuncuları,senaryoyu yapımcılar bir araya getirir.Unutulduğun,bir kenara itilmiş olmaktan dolayı mutsuzdur.Film boyu ara ara onun bu hüznüne tanık olup,yarattıkları hikayeyi sahiplenmeye başlayışını gülümseyerek izliyoruz.Hatta hikayenin sonunda "bunu cv'me yazabilir miyim?" repliği bu trajikomik durumu özetliyor aslında.Yapmaya giriştikleri filmin halkı manipüle edip etmeyeceğini sorgulayan,başkanın sekreteri Winifred Ames'le Conrad'ın aralarında geçen diyalog da bir yakın tarihi ortaya koyar aslında.

Conrad:Bu konuda endişelenme.|Yeni bir şey değil.Reagan hükümeti döneminde,|Beyrut'ta 240 Denizci öldürüldü.24 saat sonra,Grenada'yı istila ettik.Bu onların işiydi.Hikayeyi değiştir,başrolü değiştir.Yeni bir kavram değil.İnince uyandır beni.
Winifred:Bekle.Bütçemiz savaşı kaldırmaz.
C:Savaş çıkartmayacağız.Savaş görünümü veriyoruz.
W:Bütçemiz savaş görünümünü kaldırmaz.
C:Neye mal olur ki?
W:Ama öğrenirler.
C:Kim öğrenecek?Amerikan halkı mı?
W:Kesinlikle.
C:Onlara kim söyleyecek?Körfez Savaşı hakkında ne öğrendiler?Çatıya düşen bir bombanın videosu.Binayı havaya uçurdu.Bina legolardan yapılmış da olabilirdi.
W:Gerçekten savaşa girmemizi mi istiyorsun?
C:Genel düşünce bu.
W:Kiminle?
C:Üzerinde çalışıyorum.Arnavutluk!
W: Arnavutluk mu?
C:Evet.Neden?Neden olmasın?Onlar hakkında ne biliyorsun?
W:Hiçbir şey.
C:Kesinlikle.Güvenilmez görünüyorlar, itici görünüyorlar.Yani, kim Arnavutluk'u tanır? Arnavutluk,hakkında ne biliyorsun? Kim Arnavutlara güvenir?Arnavutluk bize ne yapmış ki?Bizim için ne yaptılar?

Herkesin hayatında tekrar tekrar izleyip,güldüğü eğlendiği bir film vardır.Güldüğü bir üslup,beğendiği bir anlatım tarzı o filmde toplanır.Wag The Dog,benim için "O" film.Sahneler oldukça komik,hatırlayıp hatırlayıp güldüğüm anlar var ki,sizi de gülümseteceğine eminim.Özellikle Arnavutluğa saldırı nedenlerini nükleer silah bulundurmaları olarak tasarlamları ve Conrad'ın "Geleceğin savaşı nükleer terörizmdir." sözü,wag the dog'ın senaristinin ABD'nin Irak'a giriş nedenini daha önceleri yazdığını gösterir bize.
Olaylar geliştikçe iyice saçmasapan bir hal almaya başlar.Halk sürekli kandırılır,sürekli yönlendirilir.Medyanın gündemi nasıl ayarladığını son bir ayın gazetelerine bakıp şu an bile görebiliriz.

"Bir köpek kuyruğunu neden sallar?Çünkü köpek kuyruğundan daha akıllıdır.
Eğer kuyruk daha akıllı olsaydı,kuyruk köpeği sallardı."

About Schmidt



About Schmidt:Alexander Payne'in yönetmenliğinde,Jack Nicholson'ın başrolünde oynadığı bir komedi drama filmi.Alexander Payne'in Sideways'ten önce yaptığı bu film;altmışlarında,yeni emekli olmuş tek çocuğu olan kızının hayatına dahil olmaya çalışan Schmidt'ten bahsediyor.Kendi hayatını boşa harcadığını düşünüyor ve kızının da bunu yaşamasını istemiyor.İleri yaşına rağmen oyunculuğundan hiçbir şey kaybetmemiş Jack Nicholson,filmde yaşlılığa her jenerasyon için bir bakış açısı sunuyor.
J.Nicholson'un canlandırdığı Warren Schmidt'in sanatçı kızı,kişisel gelişim ürünleriyle kafayı bozmuş tv eğitimli avanak Randall Hertzel'le evlenmek üzeredir.Schmidt'in eşi yaşlılığın verdiği etkiyle güzelliğini kaybetmiş,kırkiki yıllık ilişkilerinin yarattığı yabancılık henüz emekli Schmidt'in hayatını iyice zehir etmektedir.Film boyu hayat hikayesini,para yardımı yaptığı Afrikalı altı yaşındaki bir çocuğa mektuplar göndererek anlatır Schmidt.Damadın ailesiyle tanışacağınız bölümlerde parçalanmış aile yapılarıyla ilgili gözlemler edineceksiniz.Filmin uzunluğu iki saat ve sizi gülmekten yerlere yatırmasını bekleyerek başlanacak bir yapısı yok,fakat gülümeseyeceğiniz sahneler mevcut.About Schmidt'in ilerleyişi pek tahmin edilir değil,hatta Alexander Payne'in izleyicinin tahminlerini yanıltmaya yönelik tasarladığı düşünülebilir filmi.
İnsanın yapmak istediğini yapamaması,olmak istediğini olamaması ve hayatın sürekli planlarını teğet geçmesi,ve buna farkındalığın yarattığı mutsuzluk.Sistemin tasarladığı hayatı yaşama;kendi şirketini kurma idealiyle savrunup dururken,ailevi sorumluluklardan dolayı riskten uzak durup,büyük patronları zengin etme uğruna tüketilen bir ömür.Bunlar Schimdt olma yolunda ilerleyen ve olmuşların karın ağrısı.Kızının hayatına dahil olup,onu yanlış seçimden uzak tutma adına uğraşıp duran Schmidt'in;aslında onun için iyiyi isterken,yaşayışına karıştığının farkına varışı...Filmde yönetmenin bilerek ya da bilmeden bıraktığı,Jack Nicholson'un mimiklerinden tutun yürüyüşüyle dahi süslediği hayatın içinden kesitler ve çıkarımlar mevcut.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Knocked Up


Knocked Up:baş rollerini Seth Rogen,Katherine Heigl,Paul Rudd'un paylaştığı;how i met your mother'dan tanıdığımız Jason Segel'in de rol aldığı,Judd Apatow'un yönettiği bir 2007 romantik komedi filmi.
Film,barda tanışan bir çiftin,alkollüyken korunmasız ilişkilerinden dolayı Alison Scott'ın hamile kalmasından sonra gelişen olayları ele alıyor.Ben Stone hayatta bir dikili fidanı olmayan,arkadaşlarıyla filmlerdeki çıplak sahnelerin bulunduğu vakitleri kullanıcılara sunmayı amaçlayan web sitesi inşaa'sından başka işi olmayan uçarı bir tip.Alison ise bir TV kanalında muhabir.Film hakkında olayların gidişhattı ile ilgili spoiler vermemek için neden izlenmesi gerektiğine değineceğim.
Film her ne kadar genel anlamda korunmasız seks yapmayın uyarısı veriyor olsa da;incelediği konular ilişki,sorumluluk,evlilik.Evliliğin insan hayatından götürdüğü şeyleri,çocuk için yaşamanın ne demek olduğu ve nasıl etkiler gösterdiği,belli bir süreyi geçmiş evliliklerdeki partnerlerin birbiriyle nasıl yabancılaştıkları vb. şeyler.
Filmde,hayatın üstümüze bindirdiği sorumluluk duygusu,ve bu yıkıcı duyguyu kaldırabilecek kırılma noktaları mevcut.Tabi ki film temelde bir komedi filmi.Kahkahalara boğulacağınız konusunda garanti veremem,fakat gülümseyeceğiniz ve duygulanacağınız anlar sık sık karşınıza çıkacak.Filmde çoğu sahnede tüm saflığı ve tatlılığyla mini minnacık seçilmiş çocuklar bebeklere de değinmek lazım.Güzel anlar yaşayacağınız,izlenilesi bir film.

Boogie Nights


Boogie Nights:Paul Thomas Anderson'ın yönetmenliğinde başrollerinde Mark Wahlberg,Julianne Moore ve Burt Reynolds'un oynadığı '97 yapımı bir drama filmi.17'lik Eddie Adams'ın California pornografi sektöründeki maceralarını,Dirk Diggler adındaki film yıldızına nasıl dönüştüğünü ve bu süreçte başına gelenleri ele alan bir film.
1970'lerden başlayan film,dönem sinema sektörünü,ihtiraslı bir yönetmeni,sermaye koyan para babalarını ve ünlü olma adına çırpınan genci yaşlısı herkesi anlatıyor.Henüz video kaset devrine geçilmemişken,film kullanan kameralarla yapılan imkanları kısıtlı olduğu setleri gözler önüne seriyor.Daha sonra 80'lere geçen film,teknolojinin gelişimi ve pornografide videokaset devrini,kalitenin düşüşünü,paranın hayatın her anında nasıl öne çıktığını,dönem ABD'sinde farklı bir toplulukta inceliyor.
Türk sinemasında da örneklerine rastladığımız köyden şehre ünlü olma umuduyla gelen genç kız tiplerini de bu filmde görebiliyorsunuz.Ana karakter olan Eddie Adams,hayatını sinemaya adayan ve hayalinde gerçek bir film çekmek isteyen Jack Horner adlı yönetmen tarafından keşfedilir.Eddie'nin 32 cm.'lik avantajı ve porno oyunculuğundaki başarısı çeşitli ödüllerle hızla yükseldiği bir kariyer sağlar.Jack'in ise filmleri başarıya ulaşıp,elde ettiği gelirlerle imkanı ve ününün artmasıyla,bir dönem tv'lerimizden eksik olmayan vurdulu kırdılı aksiyon filmlerine benzer "gerçek" filmler çekme şansı verir.
Film,yetmişleri ve seksenleri,kostümler saç stili de dahil,her açıdan izleyiciye sunuyor.Film boyu çalan soundtrack'lerde de zamanın değişimine tanık oluyorsunuz.Filmin müzikleri ayrıca edinilinip yönetmenin belirlediği sırada dinlenesi kıvamda.
Boogie Nights'ta porno sektöründe çalışan oyuncuların maruz kaldığı mahalle baskısını,ahlaki değerlerinin nasıl şekil aldığını,hayatlarındaki kırılma noktalarını,kamu kuruluşlarının onlara bakış açısını da göstermekte.P.T.Anderson'un yönetmenliğinin de tadına doyum olmuyor sahnelerde.
Filmde,paranın ve ünün insana getirdiği baskı,uyguladığı değişim,hırs,ihtiras vb. kavramlara da değinilmiş.Özellikle o dönemlerde kullanımı hızlıca artan uyuşturucunun hayatlar üzerinde bıraktığı etki de seyirciye inceden inceye aktarılmaya çalışılmış.
Her insana bir hediye bahşedilmiştir diyor Dirk Diggler.Hayat esnasında,hayatta kalabilmek adına özel bir yetenek,ve kendisinin de daha iyi sex yapabildiğinin farkına varıyor.Annesi;okula devam etmeyip zamanını gece klübünde çalışarak harcayan Diggler'ı evden atarken,babasının odasına kapanıp kavga seyirci kalması da aile yapısının sistemin etkisiyle nasıl dejenere olduğunu ortaya koyuyor.
Filmin değindiği konular daha da arttırılabilir.Konu sayısı fazla olmasına rağmen hikaye bir bütün halde devam edip,uzun olmasına rağmen sıkmadan,izleyiciye güzel bir iki buçuk saat yaşatıyor.Son olarak da,filmde sevgi-aşk-sex şeklinde bir üçgen kurulduğuna değinmek istiyorum.Sex'in bir iş-uğraş şeklinde uygulanışı,aşk ve sevgiyi farklı yaşamalarına ve algılamalarına neden oluyor.İnsanoğlunun üremeye yönelik içgüdüsel bir şekilde bağlandığı Platon'un aşk kavramı,bu karelerde yokolup,karşılıklı sevgiyi materyallere ve menfaate,aşkı ise birbirini anlayabilmeye taşıyor.Kıskançlık duygusu ise bu iki buçuk saatte gülümsetici birşey.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Gandhi




Gandhi,Richard Attenborough'un yönettiği Ben Kingsley,John Gielgud ve Candice Bergen'in başrollerini paylaştığı,büyük lider Mahatma Gandhi'nin hayatının anlatıldığı etkileyici bir film.
Çoğumuzun bildiği gibi Mahatma Gandhi Hindistan'ın bağımsızlığının mimarı,hümanist ve anti-amperyalist bir lider.Gandhi'nin hayatını anlatmak için üç saat üç dakika belki yetersiz kalacaktır fakat film bu üç saatte oldukça fazla şey anlatabilmeyi başarmış.
Güney Afrika'da seyahat etmekte Hindu bir avukatın birinci mevkide oturduğu gerekçesiyle trenden atılmasıyla başlıyor hikaye.İngiliz kolonicilerin siyah-beyaz ayrımına karşı toplumu bir araya getiren ve hak ve özgürlükler adına mücadelenin başında yer alan avukatın direnişiyle devam ediyor.Tahmin edebileceğiniz gibi bu avukat,Mahatma Gandhi olup,Güney Afrika'da başlayan mücadelesini seyahat ettiği her yerde sergileyip film boyu saygınızı kazanmaya devam ediyor.
Mücadelesinin hiç bir anında şiddete başvurmayan Gandhi;şiddeti abzorbe edip şiddeti uygulayanların kendileriyle hesaplaşmasını sağlıyor.Mücadelesinde yanında olanların gösterdiği şiddete,kendisi sebep vermişçesine,karşı durup,kendi müritlerini ölüm oruçlarıyla vazgeçirip,mücadelesini tamamen sevgi ve insanlık üzerine kuruyor.
Tüm hikayeyi anlatma niyetim yok.Fakat günümüz gençlerinin kesinlikle tanıması gereken bir lider olduğu görüşündeyim.Gandhi'nin mücadelesi belki bir ekonomik düzen veya politika içermiyor,fakat tüm yanlışlıkların merkezine inip onu yok etme amaçlı bir tavıra sahip.Başarıları ve başarısızlıklarındaki nedenler ise oldukça çarpıcı.Gandhi hayatındaki tüm zenginlikleri bir kenara koyup,Hindistan için mücadelesinde aç,yoksul,evsiz'lerin yanında olabilmek adına onlar gibi yaşamaya karar veriyor.Halka inme ve sorunları kavrama adına Gandhi'nin yöntemi çoğumuz tarafından belki kabullenebilir olmasa da,gerçek mücadelenin ve gerçekten anlamanın "yaşayarak" olması gerektiğini gözler önüne seriyor.
Onun hakkında yazılıp çizilenlerde,araştırdığınızda kötü şeyler de göreceksiniz.İyice araştırıp harmanladığınızda,mükemmelliği kabullenemeyenlerin ve emperyalizmi,sınıf farklılıklarını savunanların uydurdukları şeyler olduklarını göreceksiniz.Böyle bir ruhun yakın bir zamanda beden bulmuş olması,iyi-kötü kavramımızı,vicdanımızı yeniden sorgulamamıza yol açıyor.Gandhi,bir peygamber gibi mücadele ediyor.Dinsel,renksel,ırksal farklılıkları yok edip,hümanizmi kafalara entegre etmeye uğraşıyor.Kusursuz bir insanın mevcudiyeti elbette zor,fakat Gandhi'yi tanıdığınızda kendi kusurlarınızla yüzleşme fırsatı bulacaksınız.
Özellikle sistemle ezilip,idealleriyle bozuşan insanların;kendileriyle bağdaşmayan hareketlerini sistemin çarklarını bahane edip vicdanlarına kabul ettirmelerine karşı,Gandhi yaptıklarıyla elli yıl öncesinden sesleniyor:

"Umudumu yitirdiğimde, doğruluk ve sevgi yolunun tarih boyunca daima kazandığını hatırlarım.Zorbalar ve katiller hep vardır ve bir süre için yenilmez görünebilirler. Ama sonunda daima yenilirler.Bunu daima düşün.Dünyanın Tanrının yolundan gitmesi için çabala.."

Film'de ana karakterler dışında oyunculuk çok da mükemmel değil.Cenaze sahnesinde 300.000 kişiyle film tarihinin en kalabalık sahnesi ünvanını taşıyor.Film sekiz dalda 1982 oskarlarında ödüller almış.B.Kingsley Gandhi sanki mezardan fırlamış da kendini oynuyorcasına performans göstermiş.1920'lerden bu yana Hindistan'ı G.Afrika'yı anlatmaya çalışan manzaralar;1980'lere kadar pek de gelişmemelerinden dolayı olduğunu sanıyorum ki,başarılılar.Filmin müzikleri,bazı sahnelerde sizi etkisi altına alacak,ağlayabilenleriniz için kenarda peçete bulunması gerekecek.
Bu film kesinlikle üç saatik bir boşluğunuzda kesinlikle izlenmeli,sinema anlamında çok fazla şey göremeyecek olsanız da hayat adına çok şeyler görecceğinizden eminim.

20 Şubat 2011 Pazar

Sideways




Sideways(2004):Alexander Payne yönetmenliğinde başrollerini Paul Giamatti,Thomas Haden Church,Virginia Madsen ve Alexander Payne'in paylaştığı bir komedi/drama filmi.Hikaye evlenme arifesinde olan çelişkilerle dolu Jack'in,evliliği yakın zamanda bitmiş yazar olma çabasındaki bir öğretmen olan Miles'ın şarap diyarlarına olan yolculuğuyla başlıyor.Ana karakter olan Miles bir şarap tutkunu.Filmin her yanında göze çarpan şarap ve bahçeleri yönetmenin muazzam kurguladığı sahnelerle yavaş yavaş içinize işliyor.Film izlenmeden önce kesinlikle güzel bir şarap kenarda tutulmalı,hele gece geç bir saatte izlerseniz arayışa düşme ihtimaliniz yüksek.
Paul Giamatti absürd komedilerin son dönemlerde bana göre en başarılı oyuncusu.Sideways'te de başarılı performansıyla göz dolduruyor.Tatil yerinde iki kadınla tanışan Jack ve Miles,kendilerini sunarken Jack'in boşboğazlığıyla türlü türlü yalanlara başvurup,gelişen olaylarla izleyiciye bir romantik komedi sunuyorlar.Paul Giamatti'nin canlandırdığı Miles,ayrılığa saplantısı ve yazarlıktaki başarısızlığının üzerinde yarattığı baskı ile bazı izleyicilerin kendilerinden parça bulabilecekleri bir karakter.
Özellikle Miles'in yavaş yavaş gönlünü kazanan Maya'da;eski eşinde mükemmel gördüğü özellikleri bulmaya başlaması ve saplantısının yavaş yavaş çözülmeye başlaması, filmin ilişkilerin özüne dair savını ortaya koyuyor.
Jack'in evlilik öncesi kaçamağı,evliliğe karşı içinde büyüyen korku,yalanların yükünü paylaşma çabası filmin içerdikleri arasında.
Film detaylarında tezatlar içermekte.İki dost karakterler,birbirlerinin neredeyse her yönde zıttı.Hayatın onları nasıl bir araya getirip neden bu kadar yakın yaptığı hakkında bir fikir edemeseniz de,olaylar dizisi iki zıt karakterin hareketleriyle oldukça komik bir hal alıp zaman zaman sizi gülümsetiyor.
Şarap diyarları ise,insanın alıp başını gidesi türden.Seçilen mekanlar,manzara cezbedici.Yalanlar üzerine kurulu olsada geçirdikleri tatil karakterlerin aklını başından alıp,şehirde geçirdikleri hayattan çıkma arzularını tetikliyor.
İnsanın ait olmadığı bir yerde,ait olmadığı bir karakterde geçirdiği kısa da olsa zevkli bir tatil ya da seyahatin;seçimlerimizin farklılığının yaratacağı paralel yaşamlarımızdaki bizlerin yerinde olma hissini verdiğini ortaya koyuyor.
En özgün senaryo dalında oskar kazanmış;klasik bir comedy/romance filmi olmaktan uzak bir kara mizah.Özellikle 1961 Cheval Blanc şarabı üzerine Miles tarafından yüklenen anlam.Ve filmin o metaforu parçalayıp,değişmekten çok bazı şeyleri aşabilen Miles'ı gözler önüne serişi ise filmin en muhteşem sahnesi.126 dakikada 126 haftayı görebileceksiniz...

The Machinist





The Machinist;Brad Anderson'un başarılı yönetmenliği ve Christian Bale'in başroldeki muazzam performansıyla kesinlikle izlenmesi gereken bir film.Bir yıla yakın süredir uyumayan,hatırlama mekanizması tökezlemiş fabrkianın tekinde makine operatörü işçisi Trevor Reznik'in gözünden ilerleyen bir film.
Zaman zaman Memento'ya benzetebileceğiniz olaylar dizisiyle ilerliyor.Reznik'in yaşamından kesitler filmin sonunda birleşecek kesitler halinde sahnelerde ifade ediliyor.Filmdeki diyaloglar festival filmi havasında kısıtlı;oyunculuk ve mekanlar ifadeyi güçlendiriyor.Filmin en çarpıcı özelliği,şu sahne eksikti veya şu sahneye de ihtiyaç vardı diyebileceğiniz bir olay örgüsüne sahip değil.Film bittiğinde tüm taşlar yerine oturuyor ve soru işaretlerine yer bırakmıyor.Filmin müzikleri gayet başarılı,izleyiciyi gerilime ortak ediyor.Christian Bale'in film için verdiği kilolardan tutun da,mimiklerinde ve hareketlerinde canlandırdığı karakteri tanımlayan oyunculuğuyla oldukça başarılı olduğunu söylemem gerekir.
Filmi izlemeyi düşünüp,izlerken görmeyi tercih edenler için bundan sonra söyleyeceklerim spoiler tadında olacak.Fakat yine de filmin barındırdığı gizemi aydınlatıcı şeyler söylemeyeceğim.
Trevor Reznik'in insomnia'sı yüzünden hayaller görmeye başladığını ve şizofren bir yapıya büründüğünü filmin ortalarından önce çoğu izleyici anlayabilir.Gerçek ile rüya arasındaki farklılıkları gözlemleyip,olayı çözmeye yönelik dedektifvari davranan izleyiciler için zevkli bir film.Daha ilk sahneden itibaren gizemle tanışan izleyici;karakterlerin arasındaki ilişkilerin yansıtıldığı sahnelerden de ayrı bir keyif alacaktır eminim.Filmde özellikle gerçek ve rüyayı materyal olarak kullanan felsefi bir bakış açısı mevcut.Sanki bilinci meydana getiren ruh ve hafıza'ya atıfta bulunuyor ve gerçekle rüyayı birleştiren Trevor Reznik'in bilincindeki yansımaları izleyiciye farklı bir açıdan yansıtmaya çalışıyor.

Yalnızlığı,sürü psikolojisini,affetmeyi,affolmayı derleyen sahneler mevcut.Garip olmanın yabancılılaştırıcılığını,sürünün suçluya galeyanla yargılayıcı dışlayıcı tutumunu,sevginin tutarsızlığını akıp giden sahnelerin içinde gözlemleyeceksiniz.
Türlü türlü aksiyon filmlerinin ve film uzunluğundaki günümüz Türk dizilerinin izleyicilerine ve yapımcılarına bir film,bir dizi nasıl olmalıdır sorusunun cevabı niteliğinde;zorla da olsa izlettirilmesi gereken bir film.

Magnolia




Filmler senesi 1999'dan gözden kaçırılan bir film.Üzerinde Paul Thomas Anderson imzası taşıyan,baş rollerinde Tom Cruise,Jason Robards,Julianne Moore bulunan bir birleriyle ilişkili olmayan öykülerin ve karakterlerin hayatta kesiştiği noktaları gösteren bir film:Magnolia.Öncelikle,oldukça uzun bir film,üç saat üç dakika süryor.Filmin sonunda keşke on saat daha sürdeysi diye tepkilerin olabilitesi var.Bu zamanların kısa dizileri yapısında.Olay örgüsü insan ilişkileri,geçmişin geleceğin üzerindeki gölgesini,acıları,pişmanlıkları ifade ediyor.Los Angeles'ta 24 saat;kadın düşmanlığı ve kadınların eldesi yönünde öğretisi hakkında konferanslar veren bir baş karakter;ölüm döşeğinde geçmişiyle yüzleşme arzusu;otuz yıldır süregelen çocuklarla büyükleri yarıştıran bir bilgi yarışması,ve o yarışmanın hayatla yıldızı barışmamış eski bir yıldızı...
Karakterleri ve hikayeleri,olayların kesiştiği noktaları,post-modernizmin günümüzdeki etkilerini Aimee Mann'in başarılı film müzikleri ve P.T.Andersonun muhteşem yönetmenliğiyle gözlemleyebileceğiniz bir başyapıt.Filmin müzikleri(özellikle sözleri) tekrar dönülüp bakınılası,üzerinde düşünülesi noktalar.Filmin heryanında göze çarpan "82" hala çözülmemiş bir sır.Adını aldığı manolya çiçeğinin kırılgan yapısı,hayatın karakterine inceden bir gönderme.
"we may be through with the past but the past ain't through with us" sözü filmin bir çok yerinde gözümüze gözümüze sokuluyor.2004 yapımı,milyonların sevgisini kazanmış Lost dizisinin yapımcısı J.J. Abrams'ın bu filmi kesinlikle izlemiş olduğu görüşündeyim.Filmde bir sahnede karşılaşacığınız "Bu kahrolası hayat.Çok zor.Çok uzun.Hayat kısa değil.Çok uzun" sözleri,filmin en göze çarpan sahelerinden birinde dile geliyor.
Filmin Climax'ı ise takdire şayan.Film,belirli anlarında yorucu etki yaratsa da,izlediğinize pişman olmayacaksınız.Karakterlerin ve olay örgülerinin fazlalığından dolayı dikkatle izlenilmesi gereken bir film.Filmin bittikten sonra,anlamlandıramadığınız bir boşluğa düşecek;ve kesinlikle bir süre bu filmi anacaksınız düşüncelerinizde.

Punch-Drunk Love




Baş rolunde Adam Sandler'ı gördüğümüz,Paul Thomas Anderson imzalı bir komedi-drama filmi:Punch-Drunk Love.Film'de ana karakter bol kız kardeşli bir ailenin tek erkek çocuğu.Büyüdüğü ortamdan süregelen çocukluk problemlerinin karakter üzerinde yansımaları çok güzel anlatılmış.Filmdeki diyaloglar kısa ve üzerinde düşünülesi şeyler.P.T.Anderson'un hakkını vermek lazım ki çekimler muhteşem,diyaloglara ihtiyaç olmadan gelişen olayların karakterler üzerinde hissettirdiklerinin zevkle farkına varıyorsunuz.Filmin müzikleri de gayet başarılı.Olaylara ritim tutan ve sizi filme bağlayan bir yapısı var.Bir romantik komedi filmi damgası vurabileceğiniz,fakat şahsi görüşüm olarak romantizmin pek de baskın olmadığı bir film.İnsan ilişkilerini,güvenin menfaat karşısında güçsüzlüğünü,umutları,sınırları anlatan bir film.
Pudinglerle,hayatın çevremize ördüğü sınırlara karşı bir savaş.Çıkma arzusunun vadeli bir yatırımı,ve diğer karakterlerin anlamlandıramadığı bir mücadele.İstekleri sonsuz insanoğlunun,kararlığını sağlayan,ayda yılda bir başımıza gelen ivmelendirici olaylardan biri aşk.Karakterin,bedenden bedene farklılık gösterdiği hayatta,cesaretin ve boyun eğmenin bulaşıcı etkileri.Falan filan...
Hoş ve izlenilesi 2002 yapımı,Cannes'ta Paul Thomas Anderson'a en iyi yönetmenlik ödülünü getirmiş bir film.