30 Mart 2011 Çarşamba

Cold Souls


Cold Souls (2009)

Yönetmen:Sophie Barthes
Senaryo:Sophie Barthes
Oyuncular:Paul Giamatti,Emily Watson,Dina Korzun
Tür:Absürd Komedi/Drama



Günümüze yakın bir gelecekte,ruh naklinin gerçekleştiğini varsayan bir gerçeklikte meydana gelen olaylar dizisini anlatan;Sideways'ten ve The Illusionist'ten tanıdığımız Paul Giamatti'nin mükemmel performansı ve senaryonun getirdiği karamizahla izleyiciye güzel vakitler yaşatan farklı bir film,Cold Souls.P.Giamatti'nin canlandırdığı karakter Giamatti-Paul adlı bir tiyatrocu.Yeni aldığı şair rolüne bir türlü uyum sağlayamayan ve oyunun sahne alma dönemi yaklaştıkça çare aramaya başlayan,başarısızlığın eşiğindeki bir tiyatrocu.Rastladığı bir broşürle ruh nakli yapan bir şirkete gidip,çareyi şairin ruhunu edinmekte bulur ve kendisini,ruh kaçakçılarıyla,ruh taşıyıcılarının da içinde olduğu aksiyon filmlerine benzer koşuşturmanın içine dalar.

Cold Souls Being John Malkovich filminin beyaz perdeye taşıdığı,Descartes'in de değindiği Dualizm felsefesine karşı bir duruş sergiliyor.Beden ve ruhun birlikteliğinde,insanın bilinçsel varlığının ruhta saklandığını düşünmenin aksine,varoluşu ikiye ayırıp bilinci bedene hapsediyor Cold Souls.Ruh nakliyle farklı karakterlere bürünüp aynı yaşam bilinci ve anılarla yaşama devam etmenin sağlandığı bir gelecek ortaya koyuyor.Filmi seyrederken,cevabı üzerinde fikir yorulmaya devam eden varoluş soruları geliyor aklınıza.Bir gemiyi parçalamaya başlayıp,o parçaları başka bir yerde birleştirip bir gemi inşa ederken.Söktüğünüz gemi ne zaman "gemi" olmayı bırakır,ve ne zaman parçalarını birleştirdiğiniz yerde oluşan varlığa gemi demeye başlarsınız?Giamatti'nin değişen ruhu,onu Giamatti olmaktan çıkarıyor mu?Ölüme ve sonrasındaki hayata karşı ümitlerin merkezinde varolan ruh,bizi hangi bilinçle var edecek sorularını türetiyor bu film.Belki de çok da yeni bir düşünce atmıyor ortaya,felsefenin tartışmaya açtığı konular bütününe farklı bir bakış açısı getiriyor sadece.

Film tam bir absürd komedi.Ruhun ağırlığını ölçen,yaşamın ana kaynağı;can olarak gören bazı sapıtmış bilim adamlarına da gönderme yapılıyor.Makineye girip,başkasının ruhuyla,kendi ruhunuz değiştirildikten sonra bir kavanozun içinde,bezelye olarak karşınıza çıkıyor ruhunuz.Filmin senaryosunda saklı nice buna benzer ince detay ile gülümseyebiliyor ve Giamatti'nin oyunculuğunu seyrederken keyifli dakikalar geçiriyorsunuz.Organ kaçakçılığının farklı bir versiyonuna şahit olup,insanı meta olarak gören kapitalist sistemin pençelerinin,ruh'a dahi dadandığına şahit oluyorsunuz.

Cold Souls'un puan itibariyle,IMDB'den güzel bir not almamasına karşın;izlendikçe ve oylandıkça hakettiği puana ulaşacağına eminim.Şu anda az kişinin izlediği ve oyladığı bu film,sadece senaryosunun barındırdığı fikirlerin orjinalliğiyle değil,oyunculuk ve yönetmenlik açısından da güzel şeyler sunup izlenmeye değer bir yapım.

24 Mart 2011 Perşembe

Network


Network(1976)
Yönetmen:Sidney Lumet
Senaryo:Paddy Chayefsky
Oyuncular:Faye Dunaway,William Holden,Peter Finch
Tür:Drama

Peter Finch'in canlandırdığı Howard Beale karakteri;önceleri reytingleri yüksek olan ve yıllar geçtikçe düşen ana haber programının sunucusudur.Medyanın şirketleşmeye başladığı,kar getirmeyen programların yayında kaldırıldığı bir dönemin başlangıcı olan 70'lerde,Beale'nin işine son verilme kararı alınır.Haber bölümünün başkanı ve uzun yıllardır arkadaşı olan Max Schumacher,kararı içki sohbetinde erkenden Beale'ye söyler.Beale ardından çıktığı ilk programda,ertesi programda kafasına bir kuşun sıkacağını söyler ve olaylar gelişmeye başlar.

Network,70'lerden 90'ların sonuna kadar insanların gerçekliğini domine eden,TV kutusunun arkasında dönen dolapları,rayting adına yapılan topluma zararlı programların arka yüzünü,ticari mantığın değerleri nasıl zedelediğini ortaya koyan sosyolojik bir drama filmi.Beale karakteri,sonraki programlarda insanlara medya gerçeğini,TV'nin sunduğu illüzyonu,gerçekliğin kutunun içinde değil izleyicilerin oturduğu yerde olduğunu anlatmaya başlar.Deli gözüyle bakılan Beale,coşkulu hitabı ve izleyicileri kayıtsızlıktan tepkiye iten konuşmalarıyla yüksek reytinglere ulaşmaya başlar.Kanal patronları ve ana karakterlerden biri olan Diana'nın inovatif program önerileriyle haber programı,bir sirke,bir şova dönüşmeye başlar.Türk kanallarının 90'ların sonuna kadar magazinleştirdiği ve raydan çıkardığı programların da altında yatan gerçekleri gözlemlemeye başladığınız Network;bir gençliğin nasıl tahrip edildiğini,sistemin toplumu nasıl kontrol ettiğini gözler önüne seriyor.

70'lerden önce TV'de kar beklenmeyen haber programları bir itibar meselesiyen ulusal kanallarda,ticari bakış açısından dolayı insanları daha çok izlyecekleri magazinsel bir tarz büründüler.Gündemi meşgul eden haberlerin kamudan saklanması,iktidarı elde tutanların işine gelmesi;devletlerin yerini alan büyük şirketlerin tüketim toplumunu yaratırken kullandığı bir araç olması medyanın evriminin nedenleri arasında gösteriliyor bu filmde.İnsanlara ne giyeceklerini söyleyen,nasıl ilişki yaşaacaklarını söyleyen,neyin kaliteli,neyin doğru,neyin ahlaklı olduğunu söyleyen medya içinde Network filminin ana karakteri Beale bir virüs olarak çarpıyor göze.Yan konularda işlenen TV'yle yetişen kariyer kadını ile orta yaş krizindeki eski nesilden evli bir adamın kurduğu ilişki;toplumsal ilişkilerdeki dejenerasyonu,filmlerin ve dizilerin etkisinde kurulan gerçekliğin yaşantıyı kalıplara büründürüp nasıl yaraladığını anlatıyor.

Erasmus'un Deliliğe Övgü'sündeki gibi bir anlatıcının ruhuna bürünen Beale,toplumu tepki oluşturma yönünde azimlendirip,TV'nün gücünü sokağa yayıp,sınırları kaldıran sermayeye savaş açtığında;gerçeğin ta kendisiyle karşılaşıp yön değiştiriyor.Filmin climax'ında sistemin abzorbe ettiği ve TV'nin ele geçirdiği Beale ile karşı karşıya kalıyorsunuz.Bu sefer,insanın sisteme karşı dayanıksızlığını,varoluşun sistem açısından sadece bir dişliden farksız olduğunu yüzünüze vurmayan Beale kapitalist dünya yapısını insanların gözleri önüne seriyor.Bu film senaryo olarak sizi meraklandırmadan öte,konuların anlatımı yönünden oldukça başarılı.Karakterler sistem içinden bölümlerin,toplum içindeki sınıfların bedene bürünmüş halleri.Network;aralarındaki ilişkinin kirli çamaşırlarını gözler önüne seren,kesinlikle izlenmesi gereken bir film.

19 Mart 2011 Cumartesi

Dog Day Afternoon


Dog Day Afternoon:Al Pacino ve John Cazale'in başrollerinde olduğu Sidney Lumet'in yönettiği crime/drama filmi.Hatta gülümsettiği sahnelerle absürd komedi filmi de denilebilir.Al Pacino'nun genç ve dinamik oyunculuğunun zirvede olduğu Dog Day Afternoon,John Cazale'nin az sayıdaki filmlerindn biri ayrıca.Belki de filmlerinin güzelliği açısından tarihin en şanslı aktörü Cazale'dir kimbilir.

Al Pacino'nun canlandırdığı Sonny Wortzik,John Cazale'nin canlandırdığı Sal ve hemen başlarda korkup da kaçan Steve'in düzenledikleri banka soygununu konu alan bir film,Dog Day Afternoon.Gerçek bir olayın yansıması olan bu film;soyguncuların ve rehinelerin davranışlarını alışageldiğimiz karizmatik suçlular ve görev aşkıyla yanıp tutuşan banka memurları yerine,gerçekçi bir tarzda,adrenalinin soygunculara ve rehinelere nasıl etki gösterdiğini ortaya koyarak devam ediyor.Sanki Murphy yasaları işliyormuşcasına,işler kötü gitmeye başlayınca acemi soyguncuların çaresizliği ve rehinelerin yavaş yavaş Stockholm sendromu yaşıyormuşcasına davranışları,filmi suç-aksiyon filminden komedi filmine çevirmeye başlıyor.

1975 yapımı olan filmde kapitalist sistemin entegrasyon sürecinin doruğunda olduğu yıllarda ABD'den insan manzaralarını ve insanların düştükleri durumun çaresizliğini aralara serpiştirilmiş karelerde izleme fırsatı bulacaksınız.Vietnam Savaşı'nda devletin piyonları olarak kullanılmış vatan sevgisiyle yanıp tutuşan askerlerin,geri döndüklerinde karşılaştıkları işsizlik sorunu cepheden daha da yıpratıcı olarak beliriyor hayatlarında.Filmin akışını etkilemeyecek bir spoilerla filmin ana konu'yu nasıl da yan konularla ilişkilendirip,diyaloglarını zenginleştirdiğini anlayabilirsiniz.

-Bir kaç soru cevaplayabilir misin?Bunu neden yapıyorsun?
-Alo?Az önce orada kendimi gördüm.Neden mi yapıyorum?Neyi yapıyorum?
- Banka soygununu.
-Ne demek istediğinizi anlamadım.Bankayı soyuyorum, çünkü burada para var.
-Yani, parayı çalmak istemenin|nedeni ne?İş bulamıyor musun?
-Hayır. Nasıl bulacağım?İşe arıyorsan,sendikaya üye olman lazım.Üye değilsen,iş bulamazsın.
-}Ya sendika-dışı işler?Onun neyi var?
-"Sendika-dışı"yla neyi kast ediyorsun?Ne mesela, banka şefliği mi?Banka şefleri ne kadar para kazanıyor biliyor musun? Çok az.Başlangıçta 115 dolar, değil mi?Bu kadar parayla geçinebilir misin?Karım ve iki çocuğum var. Bu parayla nasıl geçinebilirim? Haftada ne kadar kazanıyorsun?
- Seninle konuşmak için buradayım, Sonny.
- Evet, ben de seninle konuşuyorum zaten.Biz eğlenceyiz, değil mi?Bizim için ne getirdiniz?


Film birçok sosyolojik sorunu inceleyen dialoglarla devam ediyor.Polisin ve FBI'ın suçla savaşı;insanları ve adaleti korumak yerine kendilerinin bir savaşı olarak görüp yaptığı orantısız müdahaleler.,Eşcinselliğin toplum tarafından yeni yeni varlığının algılanışı,ve doğurduğı tepkiler.Gezinebilen kameraların ve konuşan kutunun insanların içinde doğurduğu ünlü olma arzusu,ve daha niceleri.Yönetmen'in olayları yansıtış şekli,karakterlerin müthiş oyunculuğuyla birleşince keyifli bir iki saat geçiriyorsunuz.Kariyerinin en güzel filmlerini yaptığı yıllarda Al Pacino da;bir kere daha bahsedilmesi gereken,ve filmin izlenilme nedenini bir kat daha arttıran nedenlerden biri.

10 Mart 2011 Perşembe

You Don't Know Jack


You Don't Know Jack:Barry Levinson'un yönettiğiAl Pacino'nun başrolde oynadığı biyografik drama filmi.Emekli bir doktorun,insanların ötenazi hakkına kavuşması adına ABD'de verdiği mücadeleleri anlatan başarılı bir film.2010 yapımı olan bu film sadece Al Pacino'nun yaşlanmasına rağmen hiçbir şey kaybetmediği oyunculuğu için bile seyredilebilir.Filmde The Big Lebowski'den tanıdığımız John Goodman gibi yan rollerin de hakını veren oyuncular oynamakta.

Hikaye tamamen gerçeklere dayalı ve kurgusu gerçekten de güzel hazırlanmış.Bu film TV filmi olarak HBO için çekildi.Birçok kaliteli dizinin yapımcısı olan HBO kanalı bu filmde de kalitesine yaraşanı yapmış ve izleyicilere güzel bir iki saat yaşatıyor.Filmin ana karakteri Jack Kevorkian Ermeni aslıllı bir doktor,annesini acılar içinde kaybederken tecrübesizliği ve çaresizliği eşliğinde kötü bir dönem geçirmiş."Tartışmalı" Ermeni soykırımına dair masallarla büyüyen Jack,insanların çektikleri acılarla ilgili bir saplantıya sahip.Ölümcül hastalıklarla mücadele edeniçektiği aclardan kurtulmak için intihar etmeyi düşünen,fakat bunu beceremeyen insanların doktor yardımıyla intihar edebilmelerinin,hakları olduğuna inanan Jack,film boyu bir savaş veriyor.
Ürettiği makinenin bir düğmesine bağlı ipi,hastaların ellerine tutuşturan Jack,kendi arzularıyla acısız bir şekilde ölmelerine yardımcı oluyor.Toplumun çeşitli çevrelerinden tepkiler alan Jack'in yanında kızkardeşi,eski hastanesinden bir hizmetli,bir avukat ve bir dernek yöneticisi dışında kimse yok.Neredeyse tek başına mücadelesini sürdüren Jack'in karakteri daha önceden izlediğimiz Al Pacino rollerine benzer bir karakter.Daha önce hiç evlenmemiş Jack başına buyruk davranışları,kıvrak zekası ve mücadeleci tavrıyla farklı bir kişilik.
Film hakkında söylenebilecekler Wag The Dog'tan tanıdığımız Barry Levinson'ın üstüne düşen görevi başarıyla gerçekleştiğini belirttikten sonra bitiyor.Bu aşamadan sonra film ahlak felsefesini,adaleti,doğruyu,yanlışı,medeni insanı yargılayan bir hayatın izlerine dönüşüyor.Bir tartışmayı Jack'in gözünden izledikten sonra,cinayetin de haklı bir sebebi olabileceğini düşünmeye başlıyorsunuz.
Yasalar,insanların haklarını ne derecede kıstılayabilir?Ölmek bir hak mıdır?Doktor'un hastaya karşı görevi sadece yaşatmak mıdır?Bir insan bilinci kapalıyken makineden fişi çekilebilir;fakat neden bilinci açıkken fişini çektiremez?İnsanları asan,idam eden bir adalet ve devlet sistemi insanın kendi kendini öldürmesini nasıl engelleyebilir?Toplum,bir insanın çektiği acıyı yaşatanın kendi Tanrı'sı olduğunu düşünüp,Tanrı'sının işine karışılmasını engelleme adına nasıl o insan'ın işine karışabilir?
The Life of David Gale filmini izleyenler bilirler ki David Gale de idam karşıtı bir aktivistti.Toplumun değer yargıları ve otoritenin ceza sistemi ile hukukla mücadele ederek hayatını sona erdirdi.Hukukun üstünlüğü ve adalet kavramını sorgulayan bir yanda yaşama,bir yanda da yaşamı sona erdirme hakkı nedense insandan alınıp devletin eline verildi.
Ölümle mücadele kültürel anlamda bizim ülkemizde var olan ve dinsel öğelerin yüklediği intiharın insanı cehenneme sürükleyeceği dogması sebebiyle pek de böyle konular hakkında tartışmalar duymuyoruz.Belki de ülkemizde medeniyet adına başka tartışılacak daha önemli konular da mevcut olduğundan olabilir.
Dinin birçok bilimsel uygulamalara karşı olarak geliştirdiği dogmatik kuramlar tarihin birçok sahnesinde insanlığın karşısına çıktı.Bilimadamlarını tanrıyı oynamakla suçladılar.İyi ve kötü kavramı tarihsel süreçte ahlak felsefesinde sorgulandı da sorgulandı.Artık birçok düşüncede çığır aşmış olan teknoloji çağının büyük insanlığı(?) halen daha bu tür konularda uzlaşamadı.Medeniyetler halen daha insan hak ve özgürlüğünü hukuksal süreçlerin ve kanunların altında azmeyi haklı buluyorlar.
Bu filmde,öztenazi hakkında fikir edinecek ve adalet kavramını olaylar eşliğinde gözlemleyecek,yaşadığımız dünyaya toplumun belirli kesimlerinin açısından tekrar tekrar bakacaksınız.

7 Mart 2011 Pazartesi

Le fabuleux destin d'Amélie Poulain


Amelie:Jean-Pierre Jeunet'in yönettiği,Audrey Tautou'nın baş rolünde oynadığı fantastik bir romantik komedi filmi.2001 yapımı olan bu filmde dönem teknolojisinin tüm imkanlarından yararlanılmış,Amelie'nin ve çevresindekilerinin hayal dünyalarını yansıtırken başarılı animasyonlar kullanılmış.
Amelie hayatın detaylarına inen,çevresindekilerin hayatlarına minik kelebek etkileriyle mutluluk aşımaya çalışan hayalci bir genç.Paris'in Montmarte mahallesinde eski tip bir apartmanda yaşayan Amelie'nin komşuları da en az Amelie kadar farklı ve ilgi çekici özelliklere sahip.
Filmin her sahnesinde hayatın detaylarına göndermeler yapılıyor,mutluluğa ulaşma yolunda farkındalığın ve arzuların ineminin altı çiziliyor.En alt komşusu bir dul Ameli'nin,çok sevdiği sevgilisinin iş yerinden biriyle kaçmasını aşamamış,hayatın sunduklarının çıkmazında tıkılıp kalmış bir kadın.Bir diğer komşusu ise yaşlı bir ressam.Kemiklerinin aşırı kırılganlığından dolayı hayatını izole etmiş,dekorasyonunu yumuşak maddelere odaklı dizayn etmiş,hayatı penceresinden izleyen bir ressam.Tabloları her ne kadar kendi yapıyor olsa da,çizimlerinin ruhları hakkında merağa düşmüş;ve onları anlamaya çalışan biri.Hayatın ortasından çekinip alınmış imgelerle doldurulmuş nice karakter mevcut bu filmde.Huysuz bir manav,manavın çırağı saf bir genç,Amelie'nin çalıştığı kafede yalnızlıklarıyla boğuşan umutsuz kadınlar ve içlerinden birinin eski sevgilisi olan saplantılı genç bir adam...
Bu filmin,sahneleri,mekanları,müzikleri,kostümleri,senaryosu,karakterlerin dizaynı ve etkileşimi;yani filmi bir araya geetiren parçaların neredeyse hepsi mükemmel olmuş.Amelie'nin senaryosunu hazırlayanlar,kurgulama konusunda kendilerini aşmış ve Paris'in o bölgesinde yararlanılabilecek tüm unsurlardan yararlanmışlar.
Film evinde bulduğu gizli bir bölmedeki eski fotoğraflara hazine olarak bakam Amelie'nin sahibine ulaştırma adına giriştiği bir serüvenin olaylar dizisyle,sizi içine çekmeye başlıyor.Çevresine yapmaya çalıştığı iyilikleri sahiplenmekten uzak durmaya çalışan Amelie'nin,nedenlerini film boyu çözümleyip,karakterlere dair ipuçlarından oluşmuş bir puzzle'ı çözümleyerek seyrinize devam ediyorsunuz.
Film;aldığı ödüller ve övgülerin yanı sıra birtakım eleştiriler de almış.Sahnelerde pek az gözüken zenci insanlar o bölgede yaykın olarak görülebilmekteymiş aslında.Filmin çekildiği bölgede,Amelie'nin çalıştığı işle kirasını ödeyebilmesi imkansızmış aslında.Filmde yaratılmaya çalışılan Post-Modern Paris mahalle yaşantısı abartıya kaçmışmış aslında.Gerçekten de film boyu,içinizde burası neresi,buralarda gidip bir yaşamak lazım soruları ve dürtüleri belirmiyor değil.Filmin fantastik bir film olduğunu ve kurgunun o mekanda gerçekleştirilmesinin nedeninin sadece filmden dolayı olduğunu aklınız bir köşesine not edin.

1 Mart 2011 Salı

All the President's Men


All the President's Men:Alan J. Pakula'nın yönettiği,Dustin Hoffman ve Robert Redford'un baş rollerinde oynadığı ABD'deki Watergate skandalını konu alan bir drama/gerilim/tarih filmi.Carl Bernstein ve Bob Woodward adlı gazetecilerin kitaplarını kaynak olarak kullanılmış senaryoda,gazetecilerin olayı açığa çıkarırken başılarından geçenleri,karşılaştıkları zorlukları konu alıyor.

Nixon'ın yeniden seçilmesi için kampanyanın yürütüldüğü sıralarda,rakip partinin binasına dinleme aygıtları yerleştirilirken polise yakalanan beş eski ajanın Nixon'ın seçim kampanyasını yürüten kurlla ilişkileri olduğunu bulan Bob Woodward,Washington Post'ta bu ilişkiyi haber yapmaya girişir.Woodward işine başlayalı altı ay olmuştur ve tecrbesizliğinden dolayı on altı yaşından beri gazetecilikle uğraşan Carl Benstein'i verirler.
Hikaye devam ettikçe çaldıkları kapılar yüzlerine kapanır,kaynak oluşturmakta sıkıntı çekerler.Bu filmde gazeteciliğin zorlukları ve yetmişlerde bilgiye ulaşmanın sıkıntılarını ortaya koyuluyor.Seçim bürosuna aktarılan milyonlarca dolarlık ödenek,karşı tarafın oylarını düşürme adına illegal yollarla elde edilmiş yüz kızartıcı bilgiler,kullanmaktan çekinmeyen siyasetçiler,siyasetin ve seçim yarışının kirli yönlerini vurguluyor.
Watergate olayını o dönemde inceleyen gazeteci sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.Tüm medya olayın ucunun gittiği yerlerin farkında ve sessiz kalma konusunda ısrarcı.Devletin temel taşlarını yerinden oynatacak ve bulaşacakları yakacak nitelikte.Woodward ve Bernstein ise ortaya attıkları hikayeyi sonlandıramazlarsa,hem gazetecilik hayatlarının biteceklerinden endişeli,hem de gerçeğin ortaya çıkmasını çok arzuluyorlar.Washington Post gazetesi yöneticileri ise haberi yürütmeleri için iki kurban seçmiş ve hedef olmaktan sakınır bir şekilde,politik davranıp haberi ince eleyip sık dokuyup öyle yayımlamaktalar.
Film olaylardan dört sene sonra sıcağı sıcağına yayımlanmış ve gerçeklere dayanmakta.Dustin Hoffman'ın gençliğinde yapmış olduğu bu filmde müthiş oyunculuğu takdiri hak ediyor.Fakat,Robert Redford'un da altta kalır yanı yok.Özellikle filmde seçim döneminde tv'de yayımlanan gerçek görüntülerle süslenmiş sahnelerde bir ara gazetecileri ofislerinde gizli bir kameradan izlermiş gibi hissediyorsunuz.Filmde aksiyon pek şiddetli değil ve olayları sadece gazetecilerin gözlerinden izliyorsunuz,elde edilen kanıtlarla puzzle tamamlanırken inceden inceye gerilebilirsiniz.Bir de,washington post'un yalan haber engelleme adına gazetecilik ilkelerine bağlılığı belki batağa sürüklenmemek adına belki de etik davranmak adına yapsalarda,Türkiye'yle karşılaştırdığınızda gerçekten imrendirici duruyor.
Watergate olayını merak edenler için ve hayatın kendisinin kurguladığı olaylara ilgi duyanlar için izlenilesi bir film.

27 Şubat 2011 Pazar

Edward Scissorhands


Edward Scissorhands:Tim Burton'un yazıp yönettiği,Johnny Depp'in başrolünde oynadığı fantasy/drama/romance filmi.Kasabanın tepesindeki şatoda yaşayan mucit bir amca,neredeyse insana benzeyen Edward'ı yaratır ve ölür ertesinde.Şatoda yıllarca yalnız yaşayıp büyüyen Edward'ı,kasabanın Amway'le kafayı bozmuş network pazarlamacısı Peg satış umuduyla çıktığı şatoda bir başına bulur.Kasabaya indirip,ailesine katar.Edward'ın elleri yoktur,elleri yerine benzer şekilde iş gören makaslar bulunmaktadır.
Kasaba ahalisi,yeni komşularına büyük ilgi gösterir.Herkesden farklı duran Edward,makas ellerini insanların hizmetine sunar ve kısa zamanda halkın bahçe düzenleyicisi,kuaförü vb. işlerdeki yardımcısı oluverir.Peg'in üniversiteden tatile dönen kızına vurulan Edward,insan olma yolundaki en önemli adımlardan birini daha atmıştır.
Tim Burton'ın yaratıcılığından,çizimlerinden,kafasında yarattığı dünyadan bu filmde de büyük bir keyif alıyorsunuz.Hele bir giriş sahnesi var ki filme,mucit amcamızın tasarladığı makineler,dönen çarklar,ilerleyen şeritler...Hepsinin Tim Burton'ın kendi çizimleri olduğu düşünüldüğünde,makine mühendisi misin nesin Tim Burton diye içinizden geçirebiliyorsunuz.Karakterlerin anormal tavırları,filmin ilk yarım saatinden sonra size artık normal gelmeye başlıyor,ve buna alışıyorsunuz.Tim Burton'ın anlatım biçimini yakaladığınız anda,tüm taşlar yerine oturuyor ve aslında o anormal tavırların,pek de yabancı olmadığımız hayatın içinden teker teker çekilmiş sahneler olduğunu görüyorsunuz.
Desperate Housewifes'ın uzadıkça uzayan sezonlarından Amerikan Banliyo tipi mahallelerin komşuluk ilişkileri hakkında ufak tefek fikriniz vardır.Dedikodunun yayılışını,yüzeysel ilişkileri,menfaatin ilişkileri nasıl yönlendirdiğini çok güzel ortaya koymuş Tim Burton.Kostümleri,saç tipleri ve diyaloglarıyla 90'lara dönmemek elde değil filmi izlerken.Johnny Depp'in oyunculuğu ise parmak ısıtıttırıyor.Özellikle mimikleri ve hareketleriyle,Edward'ı zihinlere kazıyor J.Depp.
Edward'ın hikayesi üzerinde çok konuşulabilecek,düşünülebilecek bir durumdan bahsediyor aslında.Bir topluluğa dışarıdan gelen,farklı birine karşı yönlendirilen aşırı ilgi,ondan yararlanma adına geliştirilen bayağı ilişkiler,ve farklılıkları kaldıramayıp kendilerine benzetemedikleri yabancıyı dışlama çabası.Bu olaylar dizisi küçük arkadaş gruplarından ülkelere kadar genişletilebilecek toplulukların çoğunlukla yaşadığı bir durum.Her açıdan bu durumu ortaya koyan,Baba oğul gibi Hollywood'ta dolanan Tim Burton ve Johnny Depp'in Makas Eller(Edward Scissorhands) filmi,kesinlikle izlenmesi ve izlettirilmesi gereken bir film.Tim Burton'ın tarzını ve dünyasını anladıkça,fantastik filmlere tahammülünüz olmasa bile;rüyalardan fırlama senaryoları gerçekten de gerçek kabullenebiliyorsunuz.

26 Şubat 2011 Cumartesi

Wag The Dog


"Bir köpek kuyruğunu neden sallar?Çünkü köpek kuyruğundan daha akıllıdır.
Eğer kuyruk daha akıllı olsaydı,kuyruk köpeği sallardı."

Wag The Dog:Bary Levinson'un yönettiği,Dustin Hoffman ve Robert De Niro'nun baş rollerini paylaştığı bir komedi/drama filmi.Seçim öncesinde bir spin-doctor(haber yönlendirme uzmanı) ve bir hollywood yapımcısının,başkanın başındaki seks skandalını örtbas çabalarını anlatan bir film.1996'daki B.Clinton M.Lewisky skandalına gönderme yapılan olayla başlayan film,geçmişi iğnelemeye devam eden senaryosuyla izleyiciye zevkli anlar yaşatıyor.De niro'nun canlandırdığı Conrad Brean zor anlarda yardıma koşan,kamuoyunu yalanyanlış haberler ve spekulasyonlarla dağıtan spin doctor.Olaylara tepkileri ve aldığı kararlarla zaman zaman sizi güldürüyor,zaman zaman ise kendinizi bir ABD vatandaşı yerine koyup iç geçiriyorsunuz.
Conrad,halkn dikkatini hızlı bir şekilde dağıtmak için karşı atağa geçer ve ortaya savaş dedikoduları yaymaya başlar.Çin'de gezide olan başkanın geri dönüş tarihini uzatır ve sanal bir savaşı medyaya duyurmaya koyulur.Basın sözücüsüne kendi gazetecilerinden kendi sorularını yöneltip,kendi cevaplatan Conrad halkın dikatini savaşa çekmeyi başarır.Tabi,savaşın olduğuna halkı ikna etmek için savaştan görüntüler olması gerekmektedir.Böylece hollywood film yapımcısı Stanley Motss'un yanına varır.Bir savaş filmi yapacaklardır.
Film'in ana karakteri her ne kadar Conrad olarak gözükse de Stanley Motss'tur kanımca.Kariyerinde birçok işler yapmış olan Stanley,isminin hatırlanmayacak oluşundan dolayı hüzünlüdür.Bir film,oyuncularıyla ve görüntüleriyle hatırlanır da bir yapımcıyı kimse hatırlamaz.Aslında bir filmi meydana getiren,bir araya getiren yapımcıdır.Sponsorları,yönetmeni,oyuncuları,senaryoyu yapımcılar bir araya getirir.Unutulduğun,bir kenara itilmiş olmaktan dolayı mutsuzdur.Film boyu ara ara onun bu hüznüne tanık olup,yarattıkları hikayeyi sahiplenmeye başlayışını gülümseyerek izliyoruz.Hatta hikayenin sonunda "bunu cv'me yazabilir miyim?" repliği bu trajikomik durumu özetliyor aslında.Yapmaya giriştikleri filmin halkı manipüle edip etmeyeceğini sorgulayan,başkanın sekreteri Winifred Ames'le Conrad'ın aralarında geçen diyalog da bir yakın tarihi ortaya koyar aslında.

Conrad:Bu konuda endişelenme.|Yeni bir şey değil.Reagan hükümeti döneminde,|Beyrut'ta 240 Denizci öldürüldü.24 saat sonra,Grenada'yı istila ettik.Bu onların işiydi.Hikayeyi değiştir,başrolü değiştir.Yeni bir kavram değil.İnince uyandır beni.
Winifred:Bekle.Bütçemiz savaşı kaldırmaz.
C:Savaş çıkartmayacağız.Savaş görünümü veriyoruz.
W:Bütçemiz savaş görünümünü kaldırmaz.
C:Neye mal olur ki?
W:Ama öğrenirler.
C:Kim öğrenecek?Amerikan halkı mı?
W:Kesinlikle.
C:Onlara kim söyleyecek?Körfez Savaşı hakkında ne öğrendiler?Çatıya düşen bir bombanın videosu.Binayı havaya uçurdu.Bina legolardan yapılmış da olabilirdi.
W:Gerçekten savaşa girmemizi mi istiyorsun?
C:Genel düşünce bu.
W:Kiminle?
C:Üzerinde çalışıyorum.Arnavutluk!
W: Arnavutluk mu?
C:Evet.Neden?Neden olmasın?Onlar hakkında ne biliyorsun?
W:Hiçbir şey.
C:Kesinlikle.Güvenilmez görünüyorlar, itici görünüyorlar.Yani, kim Arnavutluk'u tanır? Arnavutluk,hakkında ne biliyorsun? Kim Arnavutlara güvenir?Arnavutluk bize ne yapmış ki?Bizim için ne yaptılar?

Herkesin hayatında tekrar tekrar izleyip,güldüğü eğlendiği bir film vardır.Güldüğü bir üslup,beğendiği bir anlatım tarzı o filmde toplanır.Wag The Dog,benim için "O" film.Sahneler oldukça komik,hatırlayıp hatırlayıp güldüğüm anlar var ki,sizi de gülümseteceğine eminim.Özellikle Arnavutluğa saldırı nedenlerini nükleer silah bulundurmaları olarak tasarlamları ve Conrad'ın "Geleceğin savaşı nükleer terörizmdir." sözü,wag the dog'ın senaristinin ABD'nin Irak'a giriş nedenini daha önceleri yazdığını gösterir bize.
Olaylar geliştikçe iyice saçmasapan bir hal almaya başlar.Halk sürekli kandırılır,sürekli yönlendirilir.Medyanın gündemi nasıl ayarladığını son bir ayın gazetelerine bakıp şu an bile görebiliriz.

"Bir köpek kuyruğunu neden sallar?Çünkü köpek kuyruğundan daha akıllıdır.
Eğer kuyruk daha akıllı olsaydı,kuyruk köpeği sallardı."

About Schmidt



About Schmidt:Alexander Payne'in yönetmenliğinde,Jack Nicholson'ın başrolünde oynadığı bir komedi drama filmi.Alexander Payne'in Sideways'ten önce yaptığı bu film;altmışlarında,yeni emekli olmuş tek çocuğu olan kızının hayatına dahil olmaya çalışan Schmidt'ten bahsediyor.Kendi hayatını boşa harcadığını düşünüyor ve kızının da bunu yaşamasını istemiyor.İleri yaşına rağmen oyunculuğundan hiçbir şey kaybetmemiş Jack Nicholson,filmde yaşlılığa her jenerasyon için bir bakış açısı sunuyor.
J.Nicholson'un canlandırdığı Warren Schmidt'in sanatçı kızı,kişisel gelişim ürünleriyle kafayı bozmuş tv eğitimli avanak Randall Hertzel'le evlenmek üzeredir.Schmidt'in eşi yaşlılığın verdiği etkiyle güzelliğini kaybetmiş,kırkiki yıllık ilişkilerinin yarattığı yabancılık henüz emekli Schmidt'in hayatını iyice zehir etmektedir.Film boyu hayat hikayesini,para yardımı yaptığı Afrikalı altı yaşındaki bir çocuğa mektuplar göndererek anlatır Schmidt.Damadın ailesiyle tanışacağınız bölümlerde parçalanmış aile yapılarıyla ilgili gözlemler edineceksiniz.Filmin uzunluğu iki saat ve sizi gülmekten yerlere yatırmasını bekleyerek başlanacak bir yapısı yok,fakat gülümeseyeceğiniz sahneler mevcut.About Schmidt'in ilerleyişi pek tahmin edilir değil,hatta Alexander Payne'in izleyicinin tahminlerini yanıltmaya yönelik tasarladığı düşünülebilir filmi.
İnsanın yapmak istediğini yapamaması,olmak istediğini olamaması ve hayatın sürekli planlarını teğet geçmesi,ve buna farkındalığın yarattığı mutsuzluk.Sistemin tasarladığı hayatı yaşama;kendi şirketini kurma idealiyle savrunup dururken,ailevi sorumluluklardan dolayı riskten uzak durup,büyük patronları zengin etme uğruna tüketilen bir ömür.Bunlar Schimdt olma yolunda ilerleyen ve olmuşların karın ağrısı.Kızının hayatına dahil olup,onu yanlış seçimden uzak tutma adına uğraşıp duran Schmidt'in;aslında onun için iyiyi isterken,yaşayışına karıştığının farkına varışı...Filmde yönetmenin bilerek ya da bilmeden bıraktığı,Jack Nicholson'un mimiklerinden tutun yürüyüşüyle dahi süslediği hayatın içinden kesitler ve çıkarımlar mevcut.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Knocked Up


Knocked Up:baş rollerini Seth Rogen,Katherine Heigl,Paul Rudd'un paylaştığı;how i met your mother'dan tanıdığımız Jason Segel'in de rol aldığı,Judd Apatow'un yönettiği bir 2007 romantik komedi filmi.
Film,barda tanışan bir çiftin,alkollüyken korunmasız ilişkilerinden dolayı Alison Scott'ın hamile kalmasından sonra gelişen olayları ele alıyor.Ben Stone hayatta bir dikili fidanı olmayan,arkadaşlarıyla filmlerdeki çıplak sahnelerin bulunduğu vakitleri kullanıcılara sunmayı amaçlayan web sitesi inşaa'sından başka işi olmayan uçarı bir tip.Alison ise bir TV kanalında muhabir.Film hakkında olayların gidişhattı ile ilgili spoiler vermemek için neden izlenmesi gerektiğine değineceğim.
Film her ne kadar genel anlamda korunmasız seks yapmayın uyarısı veriyor olsa da;incelediği konular ilişki,sorumluluk,evlilik.Evliliğin insan hayatından götürdüğü şeyleri,çocuk için yaşamanın ne demek olduğu ve nasıl etkiler gösterdiği,belli bir süreyi geçmiş evliliklerdeki partnerlerin birbiriyle nasıl yabancılaştıkları vb. şeyler.
Filmde,hayatın üstümüze bindirdiği sorumluluk duygusu,ve bu yıkıcı duyguyu kaldırabilecek kırılma noktaları mevcut.Tabi ki film temelde bir komedi filmi.Kahkahalara boğulacağınız konusunda garanti veremem,fakat gülümseyeceğiniz ve duygulanacağınız anlar sık sık karşınıza çıkacak.Filmde çoğu sahnede tüm saflığı ve tatlılığyla mini minnacık seçilmiş çocuklar bebeklere de değinmek lazım.Güzel anlar yaşayacağınız,izlenilesi bir film.

Boogie Nights


Boogie Nights:Paul Thomas Anderson'ın yönetmenliğinde başrollerinde Mark Wahlberg,Julianne Moore ve Burt Reynolds'un oynadığı '97 yapımı bir drama filmi.17'lik Eddie Adams'ın California pornografi sektöründeki maceralarını,Dirk Diggler adındaki film yıldızına nasıl dönüştüğünü ve bu süreçte başına gelenleri ele alan bir film.
1970'lerden başlayan film,dönem sinema sektörünü,ihtiraslı bir yönetmeni,sermaye koyan para babalarını ve ünlü olma adına çırpınan genci yaşlısı herkesi anlatıyor.Henüz video kaset devrine geçilmemişken,film kullanan kameralarla yapılan imkanları kısıtlı olduğu setleri gözler önüne seriyor.Daha sonra 80'lere geçen film,teknolojinin gelişimi ve pornografide videokaset devrini,kalitenin düşüşünü,paranın hayatın her anında nasıl öne çıktığını,dönem ABD'sinde farklı bir toplulukta inceliyor.
Türk sinemasında da örneklerine rastladığımız köyden şehre ünlü olma umuduyla gelen genç kız tiplerini de bu filmde görebiliyorsunuz.Ana karakter olan Eddie Adams,hayatını sinemaya adayan ve hayalinde gerçek bir film çekmek isteyen Jack Horner adlı yönetmen tarafından keşfedilir.Eddie'nin 32 cm.'lik avantajı ve porno oyunculuğundaki başarısı çeşitli ödüllerle hızla yükseldiği bir kariyer sağlar.Jack'in ise filmleri başarıya ulaşıp,elde ettiği gelirlerle imkanı ve ününün artmasıyla,bir dönem tv'lerimizden eksik olmayan vurdulu kırdılı aksiyon filmlerine benzer "gerçek" filmler çekme şansı verir.
Film,yetmişleri ve seksenleri,kostümler saç stili de dahil,her açıdan izleyiciye sunuyor.Film boyu çalan soundtrack'lerde de zamanın değişimine tanık oluyorsunuz.Filmin müzikleri ayrıca edinilinip yönetmenin belirlediği sırada dinlenesi kıvamda.
Boogie Nights'ta porno sektöründe çalışan oyuncuların maruz kaldığı mahalle baskısını,ahlaki değerlerinin nasıl şekil aldığını,hayatlarındaki kırılma noktalarını,kamu kuruluşlarının onlara bakış açısını da göstermekte.P.T.Anderson'un yönetmenliğinin de tadına doyum olmuyor sahnelerde.
Filmde,paranın ve ünün insana getirdiği baskı,uyguladığı değişim,hırs,ihtiras vb. kavramlara da değinilmiş.Özellikle o dönemlerde kullanımı hızlıca artan uyuşturucunun hayatlar üzerinde bıraktığı etki de seyirciye inceden inceye aktarılmaya çalışılmış.
Her insana bir hediye bahşedilmiştir diyor Dirk Diggler.Hayat esnasında,hayatta kalabilmek adına özel bir yetenek,ve kendisinin de daha iyi sex yapabildiğinin farkına varıyor.Annesi;okula devam etmeyip zamanını gece klübünde çalışarak harcayan Diggler'ı evden atarken,babasının odasına kapanıp kavga seyirci kalması da aile yapısının sistemin etkisiyle nasıl dejenere olduğunu ortaya koyuyor.
Filmin değindiği konular daha da arttırılabilir.Konu sayısı fazla olmasına rağmen hikaye bir bütün halde devam edip,uzun olmasına rağmen sıkmadan,izleyiciye güzel bir iki buçuk saat yaşatıyor.Son olarak da,filmde sevgi-aşk-sex şeklinde bir üçgen kurulduğuna değinmek istiyorum.Sex'in bir iş-uğraş şeklinde uygulanışı,aşk ve sevgiyi farklı yaşamalarına ve algılamalarına neden oluyor.İnsanoğlunun üremeye yönelik içgüdüsel bir şekilde bağlandığı Platon'un aşk kavramı,bu karelerde yokolup,karşılıklı sevgiyi materyallere ve menfaate,aşkı ise birbirini anlayabilmeye taşıyor.Kıskançlık duygusu ise bu iki buçuk saatte gülümsetici birşey.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Gandhi




Gandhi,Richard Attenborough'un yönettiği Ben Kingsley,John Gielgud ve Candice Bergen'in başrollerini paylaştığı,büyük lider Mahatma Gandhi'nin hayatının anlatıldığı etkileyici bir film.
Çoğumuzun bildiği gibi Mahatma Gandhi Hindistan'ın bağımsızlığının mimarı,hümanist ve anti-amperyalist bir lider.Gandhi'nin hayatını anlatmak için üç saat üç dakika belki yetersiz kalacaktır fakat film bu üç saatte oldukça fazla şey anlatabilmeyi başarmış.
Güney Afrika'da seyahat etmekte Hindu bir avukatın birinci mevkide oturduğu gerekçesiyle trenden atılmasıyla başlıyor hikaye.İngiliz kolonicilerin siyah-beyaz ayrımına karşı toplumu bir araya getiren ve hak ve özgürlükler adına mücadelenin başında yer alan avukatın direnişiyle devam ediyor.Tahmin edebileceğiniz gibi bu avukat,Mahatma Gandhi olup,Güney Afrika'da başlayan mücadelesini seyahat ettiği her yerde sergileyip film boyu saygınızı kazanmaya devam ediyor.
Mücadelesinin hiç bir anında şiddete başvurmayan Gandhi;şiddeti abzorbe edip şiddeti uygulayanların kendileriyle hesaplaşmasını sağlıyor.Mücadelesinde yanında olanların gösterdiği şiddete,kendisi sebep vermişçesine,karşı durup,kendi müritlerini ölüm oruçlarıyla vazgeçirip,mücadelesini tamamen sevgi ve insanlık üzerine kuruyor.
Tüm hikayeyi anlatma niyetim yok.Fakat günümüz gençlerinin kesinlikle tanıması gereken bir lider olduğu görüşündeyim.Gandhi'nin mücadelesi belki bir ekonomik düzen veya politika içermiyor,fakat tüm yanlışlıkların merkezine inip onu yok etme amaçlı bir tavıra sahip.Başarıları ve başarısızlıklarındaki nedenler ise oldukça çarpıcı.Gandhi hayatındaki tüm zenginlikleri bir kenara koyup,Hindistan için mücadelesinde aç,yoksul,evsiz'lerin yanında olabilmek adına onlar gibi yaşamaya karar veriyor.Halka inme ve sorunları kavrama adına Gandhi'nin yöntemi çoğumuz tarafından belki kabullenebilir olmasa da,gerçek mücadelenin ve gerçekten anlamanın "yaşayarak" olması gerektiğini gözler önüne seriyor.
Onun hakkında yazılıp çizilenlerde,araştırdığınızda kötü şeyler de göreceksiniz.İyice araştırıp harmanladığınızda,mükemmelliği kabullenemeyenlerin ve emperyalizmi,sınıf farklılıklarını savunanların uydurdukları şeyler olduklarını göreceksiniz.Böyle bir ruhun yakın bir zamanda beden bulmuş olması,iyi-kötü kavramımızı,vicdanımızı yeniden sorgulamamıza yol açıyor.Gandhi,bir peygamber gibi mücadele ediyor.Dinsel,renksel,ırksal farklılıkları yok edip,hümanizmi kafalara entegre etmeye uğraşıyor.Kusursuz bir insanın mevcudiyeti elbette zor,fakat Gandhi'yi tanıdığınızda kendi kusurlarınızla yüzleşme fırsatı bulacaksınız.
Özellikle sistemle ezilip,idealleriyle bozuşan insanların;kendileriyle bağdaşmayan hareketlerini sistemin çarklarını bahane edip vicdanlarına kabul ettirmelerine karşı,Gandhi yaptıklarıyla elli yıl öncesinden sesleniyor:

"Umudumu yitirdiğimde, doğruluk ve sevgi yolunun tarih boyunca daima kazandığını hatırlarım.Zorbalar ve katiller hep vardır ve bir süre için yenilmez görünebilirler. Ama sonunda daima yenilirler.Bunu daima düşün.Dünyanın Tanrının yolundan gitmesi için çabala.."

Film'de ana karakterler dışında oyunculuk çok da mükemmel değil.Cenaze sahnesinde 300.000 kişiyle film tarihinin en kalabalık sahnesi ünvanını taşıyor.Film sekiz dalda 1982 oskarlarında ödüller almış.B.Kingsley Gandhi sanki mezardan fırlamış da kendini oynuyorcasına performans göstermiş.1920'lerden bu yana Hindistan'ı G.Afrika'yı anlatmaya çalışan manzaralar;1980'lere kadar pek de gelişmemelerinden dolayı olduğunu sanıyorum ki,başarılılar.Filmin müzikleri,bazı sahnelerde sizi etkisi altına alacak,ağlayabilenleriniz için kenarda peçete bulunması gerekecek.
Bu film kesinlikle üç saatik bir boşluğunuzda kesinlikle izlenmeli,sinema anlamında çok fazla şey göremeyecek olsanız da hayat adına çok şeyler görecceğinizden eminim.

20 Şubat 2011 Pazar

Sideways




Sideways(2004):Alexander Payne yönetmenliğinde başrollerini Paul Giamatti,Thomas Haden Church,Virginia Madsen ve Alexander Payne'in paylaştığı bir komedi/drama filmi.Hikaye evlenme arifesinde olan çelişkilerle dolu Jack'in,evliliği yakın zamanda bitmiş yazar olma çabasındaki bir öğretmen olan Miles'ın şarap diyarlarına olan yolculuğuyla başlıyor.Ana karakter olan Miles bir şarap tutkunu.Filmin her yanında göze çarpan şarap ve bahçeleri yönetmenin muazzam kurguladığı sahnelerle yavaş yavaş içinize işliyor.Film izlenmeden önce kesinlikle güzel bir şarap kenarda tutulmalı,hele gece geç bir saatte izlerseniz arayışa düşme ihtimaliniz yüksek.
Paul Giamatti absürd komedilerin son dönemlerde bana göre en başarılı oyuncusu.Sideways'te de başarılı performansıyla göz dolduruyor.Tatil yerinde iki kadınla tanışan Jack ve Miles,kendilerini sunarken Jack'in boşboğazlığıyla türlü türlü yalanlara başvurup,gelişen olaylarla izleyiciye bir romantik komedi sunuyorlar.Paul Giamatti'nin canlandırdığı Miles,ayrılığa saplantısı ve yazarlıktaki başarısızlığının üzerinde yarattığı baskı ile bazı izleyicilerin kendilerinden parça bulabilecekleri bir karakter.
Özellikle Miles'in yavaş yavaş gönlünü kazanan Maya'da;eski eşinde mükemmel gördüğü özellikleri bulmaya başlaması ve saplantısının yavaş yavaş çözülmeye başlaması, filmin ilişkilerin özüne dair savını ortaya koyuyor.
Jack'in evlilik öncesi kaçamağı,evliliğe karşı içinde büyüyen korku,yalanların yükünü paylaşma çabası filmin içerdikleri arasında.
Film detaylarında tezatlar içermekte.İki dost karakterler,birbirlerinin neredeyse her yönde zıttı.Hayatın onları nasıl bir araya getirip neden bu kadar yakın yaptığı hakkında bir fikir edemeseniz de,olaylar dizisi iki zıt karakterin hareketleriyle oldukça komik bir hal alıp zaman zaman sizi gülümsetiyor.
Şarap diyarları ise,insanın alıp başını gidesi türden.Seçilen mekanlar,manzara cezbedici.Yalanlar üzerine kurulu olsada geçirdikleri tatil karakterlerin aklını başından alıp,şehirde geçirdikleri hayattan çıkma arzularını tetikliyor.
İnsanın ait olmadığı bir yerde,ait olmadığı bir karakterde geçirdiği kısa da olsa zevkli bir tatil ya da seyahatin;seçimlerimizin farklılığının yaratacağı paralel yaşamlarımızdaki bizlerin yerinde olma hissini verdiğini ortaya koyuyor.
En özgün senaryo dalında oskar kazanmış;klasik bir comedy/romance filmi olmaktan uzak bir kara mizah.Özellikle 1961 Cheval Blanc şarabı üzerine Miles tarafından yüklenen anlam.Ve filmin o metaforu parçalayıp,değişmekten çok bazı şeyleri aşabilen Miles'ı gözler önüne serişi ise filmin en muhteşem sahnesi.126 dakikada 126 haftayı görebileceksiniz...

The Machinist





The Machinist;Brad Anderson'un başarılı yönetmenliği ve Christian Bale'in başroldeki muazzam performansıyla kesinlikle izlenmesi gereken bir film.Bir yıla yakın süredir uyumayan,hatırlama mekanizması tökezlemiş fabrkianın tekinde makine operatörü işçisi Trevor Reznik'in gözünden ilerleyen bir film.
Zaman zaman Memento'ya benzetebileceğiniz olaylar dizisiyle ilerliyor.Reznik'in yaşamından kesitler filmin sonunda birleşecek kesitler halinde sahnelerde ifade ediliyor.Filmdeki diyaloglar festival filmi havasında kısıtlı;oyunculuk ve mekanlar ifadeyi güçlendiriyor.Filmin en çarpıcı özelliği,şu sahne eksikti veya şu sahneye de ihtiyaç vardı diyebileceğiniz bir olay örgüsüne sahip değil.Film bittiğinde tüm taşlar yerine oturuyor ve soru işaretlerine yer bırakmıyor.Filmin müzikleri gayet başarılı,izleyiciyi gerilime ortak ediyor.Christian Bale'in film için verdiği kilolardan tutun da,mimiklerinde ve hareketlerinde canlandırdığı karakteri tanımlayan oyunculuğuyla oldukça başarılı olduğunu söylemem gerekir.
Filmi izlemeyi düşünüp,izlerken görmeyi tercih edenler için bundan sonra söyleyeceklerim spoiler tadında olacak.Fakat yine de filmin barındırdığı gizemi aydınlatıcı şeyler söylemeyeceğim.
Trevor Reznik'in insomnia'sı yüzünden hayaller görmeye başladığını ve şizofren bir yapıya büründüğünü filmin ortalarından önce çoğu izleyici anlayabilir.Gerçek ile rüya arasındaki farklılıkları gözlemleyip,olayı çözmeye yönelik dedektifvari davranan izleyiciler için zevkli bir film.Daha ilk sahneden itibaren gizemle tanışan izleyici;karakterlerin arasındaki ilişkilerin yansıtıldığı sahnelerden de ayrı bir keyif alacaktır eminim.Filmde özellikle gerçek ve rüyayı materyal olarak kullanan felsefi bir bakış açısı mevcut.Sanki bilinci meydana getiren ruh ve hafıza'ya atıfta bulunuyor ve gerçekle rüyayı birleştiren Trevor Reznik'in bilincindeki yansımaları izleyiciye farklı bir açıdan yansıtmaya çalışıyor.

Yalnızlığı,sürü psikolojisini,affetmeyi,affolmayı derleyen sahneler mevcut.Garip olmanın yabancılılaştırıcılığını,sürünün suçluya galeyanla yargılayıcı dışlayıcı tutumunu,sevginin tutarsızlığını akıp giden sahnelerin içinde gözlemleyeceksiniz.
Türlü türlü aksiyon filmlerinin ve film uzunluğundaki günümüz Türk dizilerinin izleyicilerine ve yapımcılarına bir film,bir dizi nasıl olmalıdır sorusunun cevabı niteliğinde;zorla da olsa izlettirilmesi gereken bir film.

Magnolia




Filmler senesi 1999'dan gözden kaçırılan bir film.Üzerinde Paul Thomas Anderson imzası taşıyan,baş rollerinde Tom Cruise,Jason Robards,Julianne Moore bulunan bir birleriyle ilişkili olmayan öykülerin ve karakterlerin hayatta kesiştiği noktaları gösteren bir film:Magnolia.Öncelikle,oldukça uzun bir film,üç saat üç dakika süryor.Filmin sonunda keşke on saat daha sürdeysi diye tepkilerin olabilitesi var.Bu zamanların kısa dizileri yapısında.Olay örgüsü insan ilişkileri,geçmişin geleceğin üzerindeki gölgesini,acıları,pişmanlıkları ifade ediyor.Los Angeles'ta 24 saat;kadın düşmanlığı ve kadınların eldesi yönünde öğretisi hakkında konferanslar veren bir baş karakter;ölüm döşeğinde geçmişiyle yüzleşme arzusu;otuz yıldır süregelen çocuklarla büyükleri yarıştıran bir bilgi yarışması,ve o yarışmanın hayatla yıldızı barışmamış eski bir yıldızı...
Karakterleri ve hikayeleri,olayların kesiştiği noktaları,post-modernizmin günümüzdeki etkilerini Aimee Mann'in başarılı film müzikleri ve P.T.Andersonun muhteşem yönetmenliğiyle gözlemleyebileceğiniz bir başyapıt.Filmin müzikleri(özellikle sözleri) tekrar dönülüp bakınılası,üzerinde düşünülesi noktalar.Filmin heryanında göze çarpan "82" hala çözülmemiş bir sır.Adını aldığı manolya çiçeğinin kırılgan yapısı,hayatın karakterine inceden bir gönderme.
"we may be through with the past but the past ain't through with us" sözü filmin bir çok yerinde gözümüze gözümüze sokuluyor.2004 yapımı,milyonların sevgisini kazanmış Lost dizisinin yapımcısı J.J. Abrams'ın bu filmi kesinlikle izlemiş olduğu görüşündeyim.Filmde bir sahnede karşılaşacığınız "Bu kahrolası hayat.Çok zor.Çok uzun.Hayat kısa değil.Çok uzun" sözleri,filmin en göze çarpan sahelerinden birinde dile geliyor.
Filmin Climax'ı ise takdire şayan.Film,belirli anlarında yorucu etki yaratsa da,izlediğinize pişman olmayacaksınız.Karakterlerin ve olay örgülerinin fazlalığından dolayı dikkatle izlenilmesi gereken bir film.Filmin bittikten sonra,anlamlandıramadığınız bir boşluğa düşecek;ve kesinlikle bir süre bu filmi anacaksınız düşüncelerinizde.

Punch-Drunk Love




Baş rolunde Adam Sandler'ı gördüğümüz,Paul Thomas Anderson imzalı bir komedi-drama filmi:Punch-Drunk Love.Film'de ana karakter bol kız kardeşli bir ailenin tek erkek çocuğu.Büyüdüğü ortamdan süregelen çocukluk problemlerinin karakter üzerinde yansımaları çok güzel anlatılmış.Filmdeki diyaloglar kısa ve üzerinde düşünülesi şeyler.P.T.Anderson'un hakkını vermek lazım ki çekimler muhteşem,diyaloglara ihtiyaç olmadan gelişen olayların karakterler üzerinde hissettirdiklerinin zevkle farkına varıyorsunuz.Filmin müzikleri de gayet başarılı.Olaylara ritim tutan ve sizi filme bağlayan bir yapısı var.Bir romantik komedi filmi damgası vurabileceğiniz,fakat şahsi görüşüm olarak romantizmin pek de baskın olmadığı bir film.İnsan ilişkilerini,güvenin menfaat karşısında güçsüzlüğünü,umutları,sınırları anlatan bir film.
Pudinglerle,hayatın çevremize ördüğü sınırlara karşı bir savaş.Çıkma arzusunun vadeli bir yatırımı,ve diğer karakterlerin anlamlandıramadığı bir mücadele.İstekleri sonsuz insanoğlunun,kararlığını sağlayan,ayda yılda bir başımıza gelen ivmelendirici olaylardan biri aşk.Karakterin,bedenden bedene farklılık gösterdiği hayatta,cesaretin ve boyun eğmenin bulaşıcı etkileri.Falan filan...
Hoş ve izlenilesi 2002 yapımı,Cannes'ta Paul Thomas Anderson'a en iyi yönetmenlik ödülünü getirmiş bir film.